BİZDE KUŞLAR FİLLERİ YENER!
17 Ekim 2023, Salı 13:02Her şeyin nedenini sorgularken şu hayatta
Mevsimlerin güzelliğini
Kuşların sesini
Bir de çiçeklerin kokusunu kaçırmayın diyorum.
Ah ki ne ah!
Zamanın bizlere sormadan acımasızca akıp geçtiğini,
Şu başıma düşen aklardan anlıyorum daha çok.
Çok mu koşturduk nedir?
Değil mi ki;
Bunca gürültünün, bunca koşturmacanın elbet bir sonu var.
En çok, zorda kalınca anlıyoruz normal giden her şeyin değerini değil mi? Bugünlerde boğazımızdan lokma geçmiyor, üstümüze kalın bir şey giyerken bile üşüyor bedenlerimiz. Sıcak bir çay, çorba kursağımızda kalıyor, sıcak bir yatakta yatmak diken üzerinde uyumak gibi bu aralar. Deprem felaketinde de böyle olmuştu; izlediğimiz görüntüler, duyduğumuz ağıtlar nefes almamızı bile etkiledi aylarca. Şimdi bu savaş; hele ki yine çocukların gariban vücutlarını yaralayan ve garip hale sokan bu cinayet…
Bazı hassas olduğumuz noktalarımız var; çocuklar, yaşlılar ve hayvanlar belki de… Ağaçlar da onlardan diyebilirim. Bir çocuk düşse dizi kanasa bizim yüreğimiz kanar, elinde baston karşıdan karşıya geçmek istese bir yaşlı, bizim merhametimiz ağlar. Kuşun yaptığı bir yuvayı bozsak, bir karıncayı ezsek bilmeden mesela veyahut ağaçların kesilip yere uzandığına şahit olsak nasıl moralimiz bozulur, nasıl da hayıflanırız bir şey yapamaz isek!
Doğal afetler olunca koşuyoruz her bir taraftan, her bir ülke ayrı ayrı çadır açıyor oraya. Uluslararası bir çağrı oluyor belki de bu, insanoğlu adına.
Şu insanın insana yaptığı zulmü doğa bile yapmıyor insana. En nihayetinde odun dediğimiz bir ağaç, ağaca zarar vermiyor mesela, hayvan dediğimiz canlı bir insana durduk yere zarar vermiyor. İnsan öyle mi ya! Yaratılanlar içinde en şerefli olan, en ayrıntılı mucizevi şekilde yaratılan insan en çok zarar veren mahlûkat. En vicdansızı, en gaddarı da o. Çocukların üzerine kurşun yağdıran bomba atan parmakları elleri bir düşünün. Onlar da küçük bir bebeğin elleri değil miydi? Hangi ara bu kadar zalim oldular, hangi ara masumiyetlerini kaybettiler?
Ne zaman kötü niyetli menfaatçi insanlar tanısam, çocukluklarında ne yaşadılar da bu hale geldiler derim. Hiç mi kalpleri yumuşamadı, hiç mi bir kuzunun sırtına elleri değmedi? Bir kelebeğin iki üç günlük ömrü olduğunu bile bile avuçlarında ezdiler mi bunlar? Ya bu insanlar! Bir evleri, ana babası, kardeşleri vardı. Bir ocağı değil, binlerce ocağı birdenbire darmadağın etmeyi nerden öğrendiler?
Her bebek masum mu doğar? Yoksa anne babadan gelen kalıtımın suçu mu var? Uçurumun kenarında da çiçek açar. Bu bir karmaşa. Üzerine uzun uzadıya düşünülen, araştırmalar yapılan bir konu. Hala keşmekeş lakin.
Ah, bunca kin, nefret ne içindi? Bu insanlar, diğer insanların üzerine ölüm savurduktan sonra evlerine gidip çocuklarıyla kahvaltı masalarına mı oturuyorlardı? Dedelerinin ninelerinin tonton ellerine sarılıp öpüyorlar mıydı?
İnandıkları her ne ise asla bunu öğretmiyor değil mi? Hangi inançta vardır ki bu? İnsanları öldürecek ve sonra bunu normal bir şeymiş gibi anlatmak hangi kalbin normal bir rutini olabilir ki? Anlamak zor değil mi?
Son yıllarda hiç televizyon izlemiyorum desem yeridir. Hatta artık fikrim o ki; evlerden kaldırmalı onu. Eskisi gibi neşemiz, sohbetimiz yerine gelir belki. Ya milli maçları takip ederim ya da haberlere bakarım. Şimdi haberlere bakmak da gelmiyor içimden. Keza çocukların titreyen vücutları, annelerin çığlıkları benliğimizi titretiyor artık. Suriye’den kaçan bir babaya gazetecinin çelme takma görüntüsü, Aylan Bebek’in kumlar üzerinde yüzüstü yatışı hafızalarımızdan gideceğe benzemiyor. Tıpkı 1994'te fotoğraf dalında Pulitzer ödülü kazanan Kevin Carter`ın çektiği, zayıflıktan ölmek üzere olan siyah küçük kız çocuğu ile yakınında tüneyen akbabanın görüntüsü gibi. Biz de şimdi bu olanların fotoğrafını çekiyoruz izleye izleye. Aklımız hafızamız çoktan bir savaş albümü haline geldi.
Uzun yıllardır izliyoruz sadece. Gönüllerimiz rahat değil fakat böyle gelmiş böyle gidere mutmain olmuşuz. Kan ağlıyor kalbimiz, olanlara kör bakıyoruz.
Her gün dertlerimizden şikâyetçiyiz. Hâlbuki derdimiz dert mi bunca ıstırabın içinde? Bir savaşın mağdurları değiliz biz, sabah erken kalkıp pencereyi açan ve yeni güne merhaba diyenleriz biz bin bir şükürle.
Sonbaharı yaşayamıyor Filistin oysa, mevsimlerin güzelliğinin farkında hiç değiller şimdi, kuşların sesleri duyulmuyor savaşın sesinden. Çiçek açan yerler çoktan darmadağın… Şu başımıza düşen aklar bir gecede düştü ana babaların saçlarına orada. Onlar şimdi kucaklarında bebeleri yalın ayak şifahane kapılarında, ayakta kalan bina varsa o da.
Değil mi ki; bunca gürültünün, bunca zulmün elbet bir sonu var…
İçimiz kan ağlıyor, Mescid i Aksa ki dünyanın merkezi; ona sahip olan dünyanın sahibi.
Evreni sınav için yaratan Yüce Allah, onu sahipsiz bırakır mı yani? Muhammed’in doğumundan önce Kâbe’yi yıkmak için Mekke üzerine filleri ile yürüyen Ebrehe ve ordusunun Allah tarafından gönderilen Ebabil kuşları vasıtasıyla bozguna uğratıldığı gibi bozguna uğratılmaz mı zalim Yahudi!
Bak sana Fil Suresini anlatacağım demişti büyüklerimiz hep. Minik minik kuşların kocaman filleri nasıl yendiğini anlatan sureyi… Şu hayatta ne zaman kendimizi kuşlar gibi küçük ve savunmasız hissedersek hemen o sureyi hatırlamaz mıyız? Bizde büyük ya da güçlü olan kazanmaz. ALLAH (cc) kimin yanındaysa o kazanır. Bizde imkânsız diye bir şey yoktur. Kün fe yekün vardır! Çünkü O (cc) ol der ve olur.
Bizde kuşlar filleri yener.
Yorum Yazın
E-posta hesabınız sitede yayımlanmayacaktır. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişdir.
Facebook Yorum